Nakıp Ali Gaziantep’te sinemacıydı. Çevresini seven, yurdunu seven, coşkulu, neşeli, yürekli biriydi. Adam gibi adamdı. Onun için az yazı yazmadım. Bugün sinemayı seviyorsam, bu sevginin kaynağında onun büyük payı var
Bunu sık sık dile getirmek boynumun borcu…
* * *
Nakıp Ali, Güneydoğu Anadolu’da sinema açan ilk kişiymiş. Ahşap Asri Sinema (sonradan altı beton, üstü beton Nakıp Sineması oldu) açılınca, Antepliler bu yeniliğe büyük ilgi göstermişler. Nakıp Ali, “Sinemam öğrencilere bedava. Büyükler de gece okuluna yazılıp müdürden kağıt getirirlerse onlara da bedava” demiş. Koca koca adamlar, sinemaya gidebilmek için gece okuluna yazılıp okuma yazma öğrenmişler.
Onunla ilgili nice anım var… 12 yaşındaydım. İlkokulu bitirdikten sonra öğrenimimi sürdürmem için babam İstanbul’a göndermişti beni. Yaz tatillerinde, yarıyıl tatillerinde gidiyordum Antep’e. 1949 Ocak’ında yarıyıl tatili için Antep’teydim yine. Kentte son günümdü. Ertesi akşam trenle İstanbul’a dönecektim. O gece annemle babam sinemaya götürdüler beni. Nakıp Ali’nin sinemasına.
“İki film birden” izledik. Sinemadan çıkarken Nakıp Ali beni gördü. “Nasıl, beğendin mi filmleri?” diye sordu. “Beğendim ama gelecek program çok güzel. Onu kaçıracağım” dedim. “Niye?” dedi Nakıp Ali. “Önümüzdeki hafta oynatacağız.” “Ben yarın akşam İstanbul’a gidiyorum” dedim. “Talihine küs” dedi Nakıp Ali.
Ertesi sabah dokuzda bizim kapı vuruldu. Açtım. Bir adam. “Nakıp Ali seni istiyor” dedi. Sinemaya gittim hemen. Nakıp Ali kapıdaydı. “Gel otur” dedi. Salonda bir koltuğa oturttu beni. Görmek istediğim filmi 12 yaşındaki o çocuk için, sadece benim için oynattı.
Yaş 13-14. İstanbul’da Beyoğlu’na çıkınca sinemaların kapıları üstündeki fenerlere (özel olarak yapılmış kocaman, renkli afişlere) nasıl da hayran hayran bakardım. Antep sinemalarının kapıları üstünde de büyük afiş tahtaları vardı ama o tahtalara aynı afişten birkaç tane yan yana çakılırdı.
Yaz tatilinde Nakıp Ali’ye, “Neden sen de kapının üstüne kocaman afiş asmıyorsun?” diye sordum. “Kime yaptırayım?” dedi. “Ben yaparım” diye cevap verdim. Kapı üstündeki afiş tahtasının ölçülerini aldım. Evimizin avlusunda kağıtları yan yana yapıştırdım. Toprak boyayla sarı bir zemin çektim. Lacivert harflerle filmin adını yazdım. Kuruduktan sonra afişimi katlayıp sinemaya götürdüm. Nakip Ali, makinist, gişeci, tam hatırlamıyorum ama sanırım bir de komşu kahveci, bu “başyapıt”ı ilk gören kişiler olma onuruna erişmek üzere koşup geldiler.
Afişi açıp yere yaymamla birlikte her yanımı soğuk ter bastı. Çocuğum daha, nereden bileyim… Toprak boyaya, tutsun diye tutkal katılırmış. Benim afişteki toprak boya toz olup akmış, sarılar lacivertlere, lacivertler kırmızılara karışmış. Nakıp Ali bir afişe baktı, bir bana. “Eline sağlık!” dedi. Sonra adamlarına döndü: “Asın şunu!” Benim fener, kapının üstünde bir hafta asılı kaldı.
Nakıp Ali bir ara bir hac filmi getirtti. Cami hocalarını toplayıp ziyafet çekti, sonra da özel olarak filmi oynattı onlara. Ertesi gün, artık nereden kaynaklandıysa, bir rivayet yayıldı kente: “Bu filmi yedi kere gören tam hacı, üç kere gören yarım hacı sayılır.” Film kapalı gişe girdi gösterime. Haftalarca oynadı. Arada bir yaşlı kadınlar geliyordu Nakıp Ali’nin yanına: “Evladım, ben iki kere gördüm. Üçüncüsüne param kalmadı. Sevabına… Bari yarım hacı olayım.” “Gir bacım” diyordu Nakıp Ali. “İstersen dört kere daha gel. Para mara istemez.”
Dinine bağlı bir adamdı. Ama yobaz değildi. Saza gider, rakısını içer, eğlenmesini bilirdi. Çıkarcı değildi. Din sömürücüsü hiç değildi. Hınzırlığına yapmıştı bu işi.
Sadece Nakıp Ali’de değil, bütün sinemalarda sık sık cereyan kesilir, film kopardı. Haydi, iki kere neyse… Üçüncü kerede, seyirciler, “Nakıp Ali’yi geçti!” diye bağırırlardı. Neredeyse her gün her sinemada olurdu bu.
1950’lerin sonlarında İstanbul’da, Atlas Sineması’nda film seyrediyordum. Her nasılsa film koptu. Beş-on dakika sonra yine koptu. İçimden tam “Nakıp Ali’yi geçti” diyordum ki, salonun çeşitli yerlerinden sesler yükseldi: “Nakıp Ali’yi geçti!”
Suburcu’dan Beyoğlu’na uzanan bir felsefeydi Nakıp Ali. Antep ağzıyla sinine (kabrine) nur yağa…
Ülkü Tamer’in Yaşamak hatırlamaktır: Anılar kitabı’ndan alıntıdır.