Tandır başı hakiyeleri 4 ÖĞÜT SATARIM, ÖĞÜT SATARIM
Hastayım hasta
Çorbası tasta
Ablam pilav pişirmiş
İçine sıçan düşürmüş
Ben bunu yemem
Ben bunu yemem
Evvel zaman içinde küçücük bir köyde yoksul bir aile yaşarmış. Bu ailenin genç bir oğlu varmış. Bir gün anası oğluna demiş ki; “ Ey oğul tarlamız yok bağımız yok. Yoksulluk çekilir gibi değil. Var git iş bulabildiğin memlekette çalış para kazan da ailemizi yoksulluktan kurtar.” demiş. Bunun üzerine genç adam yollara düşmüş. Az gitmiş uz gitmiş sonunda bir şehre ulaşmış. Etrafta iş aramış taramış sonunda bir yerde mevsimlik bir iş bulmuş. İşi veren ağa iyi yürekli ve cömert bir adammış. Bu ağanın yanında üç ay çalışmış ve üç altın kazanmış. Altınları almış ve memleketine gitmek üzere yola çıkmış. Şehirden çıkmadan önce; “ Bu şehrin pazarını gezeyim bakayım neler varmış.” demiş. Pazarda çeşit çeşit yiyecek, çeşit çeşit eşyalar satılıyormuş. Bir köşede bir adam oturmuş;“ Öğüt satarım öğüt satarım” diye seslenip duruyormuş.“ Öğüdü kaça satıyorsun? ” diye satıcıya sormuş. Adam; “ Bir öğüt bir altına” diye cevap vermiş. Genç adam “ Bu kadar pahalı öğüt ne olabilir ki ” diye düşünmüş ve bir öğüt almaya karar vermiş. “ İşte sana bir altın” demiş. Satıcı altını almış cebine koymuş ve “ Gönül kimi severse güzel o dur.” demiş. Genç adam peki bir öğüt daha alayım bari demiş ikinci altını da çıkarıp satıcıya vermiş. Yine adam altını cebine indirmiş ve ağır ağır cevap vermiş. “Sana düşmeyen söze karışma ”Genç adam hem paranın gitmesine üzülmüş, hem de satıcının daha değişik bir şey söylemesini bekliyormuş. Cebinde bir tek altını kalmış “Bu parayla da memlekete dönemem ki” diye düşünmüş ve üçüncü altını da feda etmiş. “Olan oldu bari bir öğüt daha alayım” demiş. Üçüncü altını da vermiş. Satıcı yine altını almış cebine indirmiş. “Dere seviyesinde yerde yatma sel alır, yüksekler de yatma yel alır, akıllı ol orta yeri bul” demiş ve susmuş. Genç adam kazandığı parayı kaybettiğine mi yansın elinde yiyecek parası bir handa konaklayacak parası kalmadı ona mı yansın kör pişman şehrin içinde dolaşırken bir evin önüne yorulup oturmuş. Ev sahibi genç adamı görünce içeriye davet etmiş, yemek ikram etmiş. Parası ve kalacak yeri olmadığını anlayınca istediği kadar kalabileceğini söylemiş. Üst kattaki odaya genç adamı çıkarmış. Odaya girince genç adam şaşırmış ama sesini çıkaramamış. Çünkü eşik başında bir kadın boynunda tasma, önünde yal kabı, elleri arkadan bağlı o kaptan eğilip ağzıyla yemek yiyormuş. Bir de köpek odanın içinde fır dönüyor. Döşeklerin üzerinde kurulup oturuyormuş. Genç adam ev sahibiyle oturup uzun uzun sohbet etmiş. Ama odanın içinde ki garip durumdan hiç söz etmemişler. Üç saat beş saat geçmiş, ev sahibi misafirinin bir soru sormasını beklemiş. Sonunda dayanamamış; “ Sen ne biçim bir adamsın. Kadının boynunda ki tasmayı ve zinciri, köpeğin saltanatını görüyorsun da tek kelime soru sormuyorsun ” demiş. Genç adam bir altın verip aldığı öğüdü hatırlamış. “ Bana düşmeyen söze karışmam ” demiş. Ev sahibi bunun üzerine “Eğer karışsaydın zaten bu evden dayak yemeden çıkamazdın” demiş. Ve bu işin nedenini anlatmaya başlamış; “ Bir zamanlar ben çevremde çok itibarlı, sevilen bir tüccardım. Çalışır çabalar ailemi daha iyi yaşatmak için para kazanır. Karıma da sonsuz güvenir ve severdim. Elini sıcaktan soğuğa değdirtmezdim. Bir zaman geldi bana bir hal olmaya başladı. Üzerimde bir uyuşukluk olmaya başladı. Eve gelince bayılmış gibi yatağa yatar sabahları yataktan zor kalkar oldum. Bir gün eve geldim. Karım çorba pişirmişti. Onu içtim, gözlerimi açamaz oldum. Yatağa yattım bir süre sonra bu gördüğün köpek, kuyruğunu ağzıma sokmuş bir taraftan da beni tırmalıyor. Birden midem bulandı ve çorbayı çıkarttım. Bu arada köpeğe iki tane yapıştırdım. Kalktım elimi yüzümü yıkamak için aşağıya indim. İndim ki birde ne göreyim. Benim sonsuz güvendiğim, sevdiğim karım. Başka bir adamla fingirdeşiyor. Meğer her gün bana uyku verici otlar kaynatıp içiriyor ondan sonra da benim kazandığım paraları dostuna yedirip, onunla eğleniyormuş. İşte o günden sonra onu köpeğin yerine bağladım. Benim sağdık köpeğimi de evimin en üst başına oturttum. Bunu görüp bana soru sormayan biri çıkıncaya kadar bu kadın burada bağlı kalacaktı. Sen bana bir şey sormadın. Bu kadını zincirden kurtardın, artık zincirini çözüp onu azat edeceğim. Derdimi açacak bir dosta ihtiyacım vardı. Derdimi dinledin, bundan sonra ne zaman evime gelirsen misafirim ve de dostumsun” demiş. Genç adam birkaç gün daha orada oturmuş kadının zincirden kurtulmasına sevinmiş; ama yola çıkması, gidip para kazanması gerekliymiş. Ev sahibiyle vedalaşmış ve yola koyulmuş. Birde bakmış ki bir deve kervanı kervancı başına gitmiş “ne olur beni de yanınıza alın, yolda çalışır size yardım ederim” demiş. Kervancı başı biraz düşünmüş, “tamam haydi gel” demiş. Kervanla yola koyulmuşlar. Gitmişler gitmişler bir çöle varmışlar. Çölün ortasında bir kuyu görmüşler. Kervancı başı genç adama seslenmiş “ burada iş sana düşüyor. Beline bir ip bağlayalım. İnde şu kuyunun dibinde görülen suyu tasla kovaya doldur. Sonra seni çekeriz” demiş. Genç adam biraz korkmuş ama “iş iştir peki” demiş. Beline ipi bağlayıp kuyuya inmeye başlamış. Kuyunun yarısına gelince birden bir el onu tutmuş ve bir mağaraya çekmiş iri yarı yakışıklı bir adam iki yanında da iki kadın. Kadının biri bir dudağı yerde bir dudağı gökte, çirkin mi çirkin bir zenci; diğeri ise sırma saçlı huriler, periler gibi güzelmiş. Adam gürleyen bir sesle “suyu sana vermezler önce benim sorumu yanıtla bakayım. Bu kadınlardan hangisi güzel demiş” genç adamın aklına altın verip aldığı öğüt gelmiş “gönül kimi severse güzel o dur ağa” demiş. Bunun üzerine adam bir oh çekmiş “eğer benim istemediğim bir cevap verseydin bu kuyudan yukarı çıkamazdın. Haydi, suyu doldur da yukarı çık” demiş. Genç adam eli titreyerek elinde ki tasla suyu kovaya doldurup yukarı çıkmış. Kervancı başı şaşırmış ama bir şey diyememiş. Çünkü bu kuyuya kim indirilmişse bir daha çıkamamış. Yine yola koyulmuşlar. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Bir dere kenarına gelmişler. Dere kenarı ağaçlık ve serinmiş. Orada mola vermeye karar vermişler ama genç adamın aldığı üçüncü öğüt gelmiş aklına “ben burada yatmam biraz yükseklere çıkalım” demiş. Kervan sahipleri “çok istiyorsan sen oraya çık develeri de yanına al şu yukarda görülen mağaraya git, sen orada yat biz burada serinde yatacağız” demişler. Mağaraya yerleşen genç adamın develere bekçilik yapacağını, kendilerinin de rahat bir uyku çekeceğini düşünerek çadırlarına çekilmişler. Gece yarısı, Allah kimselere göstermesin, bir yağmur yağmış, bir fırtına kopmuş ki yer gök birbirine karışmış. Dereye öyle bir sel gelmiş ki çevresinde ne çadır koymuş ne de bir adam. Hepsi sulara kapılıp boğulup gitmişler. Ertesi sabah mağaranın içinde uyanan genç adam bakmış ki dere kenarında ne çadır kalmış ne de kervancılar. Mağarada develerle kendisi kalmış. Ne yapacağını şaşırmış. Sonra develerin yükünü yoklamaya karar vermiş. Birde ne görsün mücevherler, yiyecekler, giyecekler, çil çil altınlar, sürüyle deve hepsi kendine kalmış. Mağarada havanın düzelmesini beklemiş. Hava düzelince kervanı arkasına almış memleketine dönmüş. Anası kervanı görünce “oğlum bunları nereden aldın. Kötü bir şey yapmadın ya” diye sormuş. “yok ana üç altın kazandım, karşılığında üç öğüt aldım. O öğütleri satarak bunları aldım” demiş. Anası oğlunu bağrına basmış. O köye bir bereket, bir bolluk gelmiş, o günden sonra köy halkı yoksulluktan kurtulmuş ve refah içinde yaşamışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Yazı Akten Köylüoğlu